


OĞUZHAN ALTAY SEZER
Psychotherapeut/Psychoanalytiker iAuS
oaltaysezer@hotmail.com
Bu yazı 2021 Türkiye orman yangınlarında kaybettiğimiz canların yasını tutabilme ümidiyle yazılmıştır.
Göçün psikolojisini tartıştığımız bu seride, geçen yazımızda göçmenin 3. bir ayrılma-bireyleşme aşamasından ve yas çalışması adı verilen zihinsel bir süreçten geçtiğini konuşmuştuk. Bu yazıda ise göçmek eyleminin kişide ne gibi kaygılar uyandırdığını konuşacağız. Önce geçen yazımızı hatırlayalım, yas çalışması, kişinin kaybettiği şeyin temsillerini yoğun bir şekilde gözden geçirmesidir.
Bu süreç iki şekilde sonuçlanabilir:
1) Temsillerin duygusal meşguliyetini yitirmesi ve bunun sonucu olarak kişinin yas çalışmasına harcadığı enerjinin bünyeye geri dönmesi ve kişiliğin zenginleşmesi.
2) Ambivalent denilen durumlarda yani kişinin kaybettiği şeye karşı yoğun aşk-nefret hissettiği durumlarda yas çalışmasının karmaşıklaşması. Kaybedilen şeye (insan veya nesne) duyulan sinir kişinin kendisine döner ve kişi mutsuz ve gücenmiş biri olur. Buna melankoli ya da şimdiki adıyla depresyon denir. Bu durum farklı derecelerde olabilir. Yas çalışmasını (veya bundan kaçınmayı) akut kederle ilişkilendirmemek gerekir. Bir yakınını kaybeden herkes üzülür. Önemli olan kayıptan sonra yaşanandır. Her kişinin psikolojik yapısı farklı olmakla beraber göçmenlerde melankolik tepkilerin gözükmesi beklenebilir.
Bu yazımızda ise göçün kişiye yaşatabileceği kaygı durumlarını konuşacağız. Psikanalitik teoriye göre iki tür kaygıdan bahsedebiliriz. Bunlar travmatik durumlarda ortaya çıkan “otomatik kaygı” ve tehlike durumlarında ortaya çıkan “sinyal kaygıdır”. Freud’un kullandığı anlamda travmatik bir durum şöyle açıklanabilir: Zihnin bağlayamadığı ya da hakimiyet kuramadığı miktarda uyarana maruz kalmasıdır. Buna örnek doğum travması olabilir. Dünyaya gelen bebek bir anda içsel ve dışsal birçok uyarana maruz kalır, buna da kaygı belirtileriyle cevap verir. Sonraki bir örnek de annenin etrafta olmayışıdır. Bebek bedensel ihtiyaçlarının doyumu için anneye mecburdur, bu seçilebilir bir durum değildir. Bedensel ihtiyaçlarla birlikte içgüdüsel haz aynı anda yaşanır. Süt içen bir bebek sadece açlığını yatıştırmaz, annesi tarafından tutulur, sevilir, sıcaklığı hissedilir. Anne eğer mevcut değilse bebek için Freud’un kullandığı anlamda bir travmadan bahsedebiliriz. Bedensel ihtiyaçları ve içgüdüsel istekleri doyurulmadığı için acı duymaya başlar. Bu tip kaygı daha bebeklikte ve erken çocuklukta daha çok tecrübe edilmekle birlikte herhangi bir yaşta ortaya çıkabilir. Bunun nedeni tabii ki zihnin henüz bu tür uyaranlar üzerinde hakimiyet kuracak kadar güçlü olmamasıdır. 2. tip ise sinyal kaygıdır. Burada zihin biraz daha gelişince, travmatik olabilecek bir durumu önceden belirleyip sinyal olarak kaygı üretir. Anne-bebek örneğine gelirsek zihinsel olarak gelişme kaydeden bebek annenin gidişiyle hissettiği acı verici kaygının bir ilişkisi olduğunu anlamaya başlar. Anneden ayrılığı bir tehlike durumu olarak kaydeder. Bu şekilde anneden ayrılık söz konusu olduğu her zaman kaygı hisseder. Bu miktar olarak travmatik kaygıdan çok daha azdır ve zihin bunu bilerek üretir. Burada zihin pasif konumdan aktif konuma geçmiştir. Acı verici durumu görüp bir miktar kaygı üreterek bu durumdan kaçınmaya çalışır. Anneden ayrılmanın yarattığı duruma “ayrılık” “nesne ya da nesne sevgisinin kaybı” isimleri verilir. 2 kaygı türü de normal-patolojik vakalarda görülür. Beklenebileceği gibi ruhsal olarak rahatsız bir kişide kaygı miktarı çok fazladır. Burada önemli olan nokta şudur: Kaygının kendisi patolojik değil, evrensel bir tecrübedir. Acı verici durumlara karşı zihin kaygıyla tepki verir. Bunun bilinçli bir şekilde tecrübe edilen bir kaygı olması gerekli değildir. Kaygının acı verici duruma göre oransal olarak fazla olması kişiyi hasta hissettirir. Yani psikanalize göre hastalık metaforik olarak astarın pahalıya gelmesidir.
Şimdi göçmenin zihnine geri dönelim. Yeni bir ülkede yaşamaya başlamak “biriken-yığılmalı travma” gibi adlandırılabilir. Bu travmaya tepkiler olağanüstü değil derin ve uzun sürelidir. Göçmenin hali annesinin gidiş gelişlerini tam anlayamamış bir bebeğinkine benzer. Alıştığı düzen kaybolmuştur. Bir anda kendini dilini ve düzenini anlayamadığı bir ortamda bulur. Gidilen ülkede en zor alışılan şeylerden birinin mutfak kültürü olmasının sebebi kişinin yemeği anne sütünün sembolü olarak almasıdır. Yeni bir anneye ve sütüne alışmak kolay olmayacaktır. Viyana’da adı Türkçe olan bir sürü restoran vardır. Aynı şekilde eğer göçmen, çocuk değilse yeni ülkenin dilini öğrenmekte zorluk çekecektir. Yabancı bir dilde kendini ifade etmek de aynı şekilde kaygı vericidir. Sanki “yabancıların gizli dünyasına” giriştir dili kullanmak. Burada bilinçdışında etkin olan büyüsel düşüncelerin etkisini unutmamak gerekir: Yabancı dilde kendini ifade eden göçmen büyülü bir şekilde yabancı olacak ve kendi kimliğini unutacaktır. Annesinin onla konuştuğu dil olan anadilden vazgeçmek beklenebileceği gibi bir sürü kaygıyı harekete geçirdiğinden yeni dile alışma süreci çok zorlu olabilir. Adı üstünde anadil kişinin annesinden aldığı libidinal (sevgisel) dürtüler yatırılmış çok önemli bir nesnedir. “İyi nesnelerini” kaybeden göçmen yanlış bir atıfla iyi olan her şeyin geldiği ülkede kaldığı yanılsamasına inanabilir. Ağızla ilgili örneklerden gidersek yeni dilde kendini ifade edememek duyguların gelişimsel aşamada daha ilkel ifade biçimleri aramasına yol açar. Yeme bozuklukları, sigara-alkol bağımlılıkları görülür. Burada kişi kendisine güven veren anne sütünün ikamelerini aradığının farkında değildir.
Tabii ki burada anlatılan kaygılar ve tepkiler genel ve örneksel açıklamalardır. Her göçmenin psikolojik yapısı farklıdır. Bu yapıyı kalıtım, mizaç ve erken deneyimler gibi faktörler belirler. Neredeyse her göçmen kendini yalnız hissedecektir. Yalnızlık duygusuna dayanabilmek duygusal olgunluk gerektirir. Buna bir örnek olarak, İngiliz psikanalist Winnicott’un “yalnız kalma kapasitesi” verilebilir. Eğer çocuk libidinal ve agresif dürtülerini birleştirebilmişse, anne-baba çiftinin dışında kalması sonucu oluşan haset ve kıskançlık duygularına hâkim olabilirse yalnız kalma kapasitesi geliştirebilmiş demektir. Bu kapasiteyi geliştirebilmiş kişi ayrılığın yarattığı hüsrana dayanabilecek ve yeni ortamlara uyum sağlamada başarılı olabilecektir.
Devam edeceğiz.
KAYNAKÇA:
Brenner, C. (1976). Psychoanalytic Technique and Psychic Conflict. New York: Int. Univ. Press.
Freud, S. (1926). Inhibitions, symptoms, and anxiety. Standard Edition, 20:75-174
Winnicott, D.W. (1958). The Capacity to be Alone. Int. J. Psycho-Anal., 39:416-420
Henüz yorum yapılmamış.
İlk yorumu siz yapın.