Tuna Dergi
Kalemin Esareti Kalemin Esareti
UĞUR ÖZBAŞ ugur.oezbas@gmx.at Geceleyin, karanlığın en deminde olduğu vakit, birden gök kubbe sarsıldı ve boşaldı tüm rahmeti yeryüzüne. Paslanmış gözlerimi ağır ağır açtım, doğruldum... Kalemin Esareti

UĞUR ÖZBAŞ
ugur.oezbas@gmx.at

Geceleyin, karanlığın en deminde olduğu vakit, birden gök kubbe sarsıldı ve boşaldı tüm rahmeti yeryüzüne. Paslanmış gözlerimi ağır ağır açtım, doğruldum yayları gıcırdayan yatağımdan. Koğuş pür sessizlik içerisindeydi, alt ranzada yatan Kör Salim’in, bir gulyabaninin hırlamasını anımsatan horlamasını saymazsak tabii. Ama hepimiz alışmıştık artık, zaten içerde er ya da geç her şeye alışıyordu insan. Öyle bir alışıyordu ki, hem de her an üzerine saldıracakmışçasına gittikçe şiddetlenen o sittiğimin horlaması bile, anacağınızın, sen daha kundakta bebekken, seni pışpışlarken söylediği ninni gibi geliyordu. İndim ranzadan, avluya bakan pencerenin hemen yanındaki ahşap masaya kuruldum. Bir süre hiç bir şey yapmadan öylece gözlerim kapalı yağmurun sesini dinledim. “Ne yağdı be mübarek!” dedim içimden. Olur şey değildi, dışarda çocuklar gibi yağmurda oynamak varken; burada demir kapılar ardında, kılları ağarmış bir sıçan gibi esir olmak. “Avluya da yağıyor yağmasına, lakin esaret yağmuru altında ıslanmaktansa, hür denizlerde boğulmayı yeğlerim.” diye düşündüm.
İçerde er ya da geç her şeye alışmasına alışıyordu da insan, bir çocuğun elinden uçup giden allı pullu balonu gibi kaybettiği özgürlüğünü, her seferinde yüzüne sert bir tokat gibi vuran bu yağmur ne olacaktı?
Üstelik bir de zevcesinin ismi Yağmur ise, işte o zaman yeryüzüne düşen her damla, keskin bir bıçak gibi saplanıyordu insanın göğsüne. Hanidir yazmıyordum kendisine, en iyisi bir mektup yazayım dedim. Ahşap masanın çekmece gözünden bir kâğıt çıkardım ve masanın üstündeki mumu bir kibritle yaktım. Soğuk, karanlık ve demirden ağaçlarla kaplı ve yolumuzu kaybedip bir türlü çıkamadığımız, içinde tutsak olduğumuz bu orman, aniden bir ateşböceğinin yeğni loş ışığı ile doldu. Tam kurşun kalemi alıp yazmaya başlayacaktım, baktım ki çekmecede değildi. Bir hayli aradım, “Ulan nereye saklandı gene bu hergele!” derken hücrenin kapısının yanındaki askıda asılı olan nefti ceketimin iç cebinde buldum kadim dostumu. Tuhaf bir düşünce sardı içimi. Kalemim, kadim dostum benim, ben içerde yattıkça yazıyorum, bu ne menem çelişkidir ki ben yazdıkça sen eriyip gidiyorsun, yazmazsam eğer hasretten ben eriyip gidiyorum. Kalemim, talihsiz küçüğüm benim, sırf ben bir *ok yedim diye, seni de demire vurup attılar içeriye. Masmavi hür sayfaları umut dolu şiirlerle süslemek varken, burada ay kirlisi kâğıtlar üstünde, yavaş yavaş ihtiyarlayan bir herifin derdinin, kederinin elçiliğini yapıyorsun. Kalemim, gittikçe sönen nefesim benim, bir zamanlar selvi boylu bir ağaçken şimdi yerden bitme bir fidan oldun. Senden önce senin pederi, ondan önce de dedeni, hatta ceddini bile toprağa verdim. Kalemim, yedinci kuşaktan torunum benim, kim bilir belki de bu sefer ben göçüp giderim.”
“Benden şair de olurmuş ha!” diye geçti aklımdan ve nihayet mektubu yazmaya koyuldum, “Zevcem, ruhu revanım, ölümü düşünüyorum… Hay aksi, nasıldı lan bu şiirin devamı?..
Be adam, sen de iyice unutkan olmaya başladın ha! Beynim de zonkluyor gene… Arteryo skleroz mu başlıyor bende, ölecek miyim ne… Hah, böyle devam ediyordu işte… Ama ölüm mölüm, yanlış falan anlar şimdi Yağmur’um, onca sıkıntının içerisinde bir yenisini de ben eklemeyeyim şimdi, olmadı bu!
“Önümdeki kâğıdı buruşturup attım çöpe, yenisini alıp başka bir mektup yazmaya başlayacaktım ki, Hay aksi, kağıt kalmamış! Başgardiyan Hasan Efendi’ye haber etmek lazım yarın sabahleyin.” Kısacası, yazamadım mektubu, hiç hesapta yokken aniden bastıran yağmurun uykumu bölmesiyle gelen şiirler, onlarca güzel sözler… “Seni özlemle kucaklarımlar, öpücükler… Yağmur’um benim, sevgilim, kalbimin kızıl saçlı bacısı, sol göğüs kafesimde öten bülbülüm, şarkım benimler” ve daha neler neler, hepsi parmaklarımın, dilimin ve kalbimin ucunda biriken, ama bir türlü dışarıya akamayan bir hasret ve bedenimi içten içe çürüten bir zehir olarak kaldı içimde.
Hala ahşap masanın başında oturmuş, “Hiç değilse kadim dostum kalemimin ömründen ömür törpülenmedi bu gecelik… Ne tuhaf benim gibi, kalemini bile bu kadar çok seven bir adamın hapis yatıyor olması… “Sahi ulan, neden girmiştim ben içeri?” diye düşünüyordum. Neyse, orası uzun hikâyeydi ama kısaca özet geçecek olursak, mahkûm olmama sebep olan şey yaşamın böylesine zor, bu kadar dar, böylesine kanlı, insanların ise bu denli kepaze ve kötü olmasıydı. “En iyisi tekrar uyumak!” dedim, çıktım ranzaya ve uzandım yatağıma. Hala yağmur yağıyordu, nemlenmiş gözlerimi ağır ağır kapatırken Turgut Uyar’ın bir sözü geldi aklıma “Belki yağmura da gerek kalmazdı, insanlar bu kadar kirli olmasaydı.”

Henüz yorum yapılmamış.

İlk yorumu siz yapın.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir