ATTİLA DOĞER
attiladoger@hotmail.de
SEVMİYORUM SENİ ARTIK GÖZLERİMİ GERİ VER (*)
Okullardaki öğrencilerimin yaş ve sınıf seviyelerine göre gitarımla şarkılar çalıp söylüyordum. Dilimizi, kültürümüzü onlara öğretmenin, sevdirmenin en güzel yollarından birisi de müzikle desteklenmiş öğretme yoluydu. Ben buna, müzik ile ana dil eğitimi diyordum ki hem öğrencilerime hem de bana çok yararlı oluyordu bu yöntem. Öğrencilerim şarkılara, türkülere eşlik ederken (farkına varmadan) dilimizi de kültürümüzü de öğreniyorlardı. Türkülerimizin, şarkılarımızın zaten kendine özgü acı, tatlı hikayeler içerdiğini söylememe gerek yok. Özellikle halk türkülerine işlemiş bu derin hikayeler daha da çok belirgindir. Yeri ve zamanı gelince, çalacağım türküye başlamadan önce, söyleyeceğim eserin -eğer biliyorsam- oluşum hikayesini öğrencilerime anlatır, sonra da şarkıya veya türküye bu alt bilgiyi düşünerek eşlik etmelerini isterdim. Anısını anlattığım eserler sadece türküler değil, zaman zaman Türk Sanat Müziği eserleri de olurdu. Beni en çok etkileyen eserlerden biri de Zeki Müren klasiği olan “Manolyam” şarkısıdır. Bir gün Zeki Müren eserlerini araştırırken, Zeki Müren’nin bu esere ilişkin bir anısıyla karşılaştım. Gazeteci, rahmetli Mete Akyol tarafından kaleme alınan bu anıyı okurken duygulanmamak elde değildi. Burada sizlerle kısaca paylaşmadan geçemeyeceğim.

Zeki Müren Ankara’da Körler okulunda. (Mete Akyol’dan alıntı)
Zeki Müren, Köşk Gazinosu’nda sahne almak için Ankara’ya gider. Sanat Güneşi’nin Ankara’ya geldiğini duyan körler okulu öğrencileri, onunla tanışmak için onu okullarına davet ederler. Bu daveti geri çevirmez Zeki Müren. Severek körler okuluna ziyarete gider. Fakat çok kalabalık olan okulun tüm öğrencileri ile tek tek tanışması mümkün olmadığı için, okulu temsilen beş görme engelli öğrenci seçilir. Onlar Zeki Müren’i “görecek” tanışacak, daha sonra da bu şansı yakalayamamış okul arkadaşlarına “gördüklerini” anlatacaklardır. Okuldaki bütün öğrencilerin ve öğretmenlerin derin bir sessizlikle bekledikleri büyük bir salona alırlar Zeki Müren’i. Salonun girişinde, diğer öğrenciler tarafından seçilmiş beş öğrenci ünlü sanatçıyı karşılarlar. Kör öğrencilerin ona saygıyla “Okulumuza hoş geldiniz” demesi üzerine, bir an onların göremediklerini unutup tokalaşmak için onlara elini uzatır Zeki Müren. Ve eli öylece havada kalır… Yaptığı bu istem dışı hareketin sıkıntısını yaşadığını ve sanatçının çok üzüldüğünü gören okul müdürü, neşeli bir sesle öğrencilerine, “Haydi tanışın artık Zeki Müren’le” der. Müdürlerinin bu komutuyla öğrencilerin elleri öne doğru uzanır, fakat uzanan bu eller tokalaşmak için değil, sanatçının yüzünü “görmek” içindir.
Bunun üzerine Zeki Müren öğrencilerin önünde “kendisini görmeleri için” çömelir. Ve uzanan narin eller yüzünde tek tek gezinmeye başlar. Yüzünde dolaşan eller çok etkilemiştir Zeki Müren’i. Ağlamamak için dudaklarını ısırmaktadır. Öğrenciler bir yandan onun ağzını, burnunu, kulaklarını, saçlarını, parmak uçları ile dokunarak “görürken” diğer yandan da “Ağzı çok güzelmiş, burnu da öyle, ne kadar da gür saçları var, sesi gibi kendisi de çok güzelmiş…” yorumlarıyla salonda oturan 300 civarındaki görme engelli kaderdaşlarına bir Zeki Müren portresi çizerler.
Şarkılara ruh veren, dinleyeni duygu selleri içinde sürükleyen Zeki Müren, yaşadığı bu manzara karşısında duygu seline kapılmış, perişan bir haldedir. Kendini ağlamamak için çok zor tutmaktadır…
Bu sırada okulun sahnesinde bekleyen, öğrencileri gibi kendileri de görme engelli olan öğretmenlerinin yönetimindeki okul orkestrası, Zeki Müren’in o ölümsüz eserini, “Manolyam”ı çalmaya başlayınca olan olur… Zeki Müren hıçkırıklarla ağlamaya başlar…
Üç yüz minnacık elin alkış sesleri arasında ağır ağır sahneye çıkar. Şarkısından sonra, öğrencilerin bitmeyen sorularını tek tek yanıtlar. En son bir kız öğrenciden gelen istek şöyledir:
“Biz sizi hep radyodan ya da plaklarınızdan dinliyoruz. Şimdi sizden acizane bir isteğimiz var. Radyoda veya bir konserinizde “SEVMİYORUM SENİ ARTIK, GÖZLERİMİ GERİ VER” eserini bir kez de bizi düşünerek, bizler için söyler misiniz? Biz de sizi dinlerken, şu anda Zeki Müren bizi düşünüyor, bize söylüyor bu şarkıyı diyerek çok mutlu oluruz”
Zeki Müren öğrencilere bu isteklerini yerine getireceğine dair söz vererek okuldan ayrılır…
Yaşam bir tiyatro eseri gibi. Senaryo aynı; sadece oyuncular, mekanlar ve zaman farklı.
Çünkü, ben de aynı duyguları, okulun ilk gününde görme engelli öğrencilerimle daha ilk defa karşılaştığımda, onların göremediklerini unutup, “ben nasıl biriyim çocuklar” diye sorduğumda, o küçücük parmakların yüzümde, gözümde dolaşmaya başladığı zaman yaşamıştım…

Attila Doğer, Neuwied Görme Engelli ve Körler Okulundaki öğrencileriyile (1994)

Karnaval eğlencelerinde Türkçe şarkılar söylerken
“GÖNÜL GÖZÜ” İLE GÖRMEK
Neyse, biz yine Neuwied’deki görme engelliler okulumuza geri dönelim…
Okuldaki ikinci ders günüm olan perşembeyi sabırsızlıkla bekliyor, bir an önce öğlenden sonraki iki saatlik dersimi vermek için can atıyordum. Öğrencilerime gitar çalma sözü verdiğimi unutmamıştım. Gitarım arabamın bagajındaydı. Sabah dersleri için görevli olduğum okulun nihayet paydos zili çaldı. Heyecanla arabama atlayıp, dokuz kilometre uzaktaki diğer okulumun yoluna koyuldum. Birkaç gün önce tedirginlikle ve biraz da korkuyla geldiğim Körler Okuluna, şimdi sonsuz bir istekle gelmiş ve arabamı okulun geniş park yerindeki bir kenara park etmiştim.
Bir elimde çantam, diğer elimde gitarım, okula doğru yürümeye başladım. Okulun giriş kapısında kendi aralarında konuşan birkaç küçük öğrenci vardı. Uzaktan kim olduklarını tanıyamadım. İyice yaklaştıktan sonra yine unutamayacağım büyük bir sürprizle karşılaştım. Kapıda duran çocuklar benim öğrencilerimdi. Beni bekliyorlardı. Birinin onlara doğru yaklaştığını duyunca birden kulak kesildiler. Yine gözleri kapalı, bir yana dönük başları yukarda, elleri ve kollarıyla kendilerine özgü aynı hareketleri yaparak, iki gün önce yolcu ettikleri kapının önünde beni bekliyorlardı. Onları öyle kapının önünde beni beklerken görünce ne kadar heyecanlandığımı anlatamam.
İçlerinden hemen iki adım öne çıktı Tarık. Yüzü benden tarafa dönük, gözleri kapalı, başı yukarda “Herr Doğer… Türk öğretmeni? Sen mi geldin?” diye sordu. Benim boğazıma bir şeyler takılmış, heyecandan konuşamıyorum. Sesim kısık, gözlerim nemli usulca yaklaştım. Kendime bile yabancı gelen boğuk bir sesle, “Evet benim çocuklar, ben geldim” dedim. Boğuk sesim dahi onları mutlu etmeye yetti. Kollarını öne uzatıp boşlukta sallayarak bana doğru yürüdüler. Elimdeki çantamı ve gitarımı yere bıraktım. Sanki çok uzun bir ayrılıktan sonra kavuşan insanlar gibi sarmaş dolaş olduk öğrencilerimle.
Gurbet duygusundan da baskın, hatta çok daha yakıcı duygular içindeydim. Anadolu’nun dört bir yanından; yoksul köylerden, kasabalardan gelen emekçilerimizin evlatlarıydı bu çocuklar. Anadolu bozkırının yaban çiçekleri gibiydiler. Sahici, hilesiz, sevgi doluydu hepsi de…
Birkaç gün öncesine kadar kaygı dolu bir kararsızlık içinde geldiğim bu okul, artık öğretmenliğimin en güzel anlarını yaşatıyordu bana. Aramızdaki bu sevgi çemberi Ali’nin bir sorusuyla şekil değiştirdi. Aksanlı, kırık Türkçesiyle merakla sordu Ali: “Gitar getirdin mi öğretmen?” “Evet, getirdim” cevabını alınca, “Onu ben taşımak istiyorum, onu bana ver” dedi heyecanla. Gitar çantasını yerden kaldırıp Ali’ye verdim. Sevinç içindeydi. Bir eliyle gitarımı bağrına basmış, diğer elini yönünü bulmak için boşlukta gezdirerek, duvarlara dokuna dokuna üst kattaki sınıfımıza doğru giden Ali’nin arkasından el ele yürüdük.
Bu çocuklar normal insanlarda olmayan bir gözle, “gönül gözüyle” görüyorlardı beni.
Bunu derinden hissettikçe, onlara karşı da bende, başka insanlara duymadığım denli bir sevinç dalgası oluşuyordu içimde. Bundan da çok mutluydum.
Ben de onları, sanırım onların bana baktığı gibi gönül gözümle bakıp sevmeye başlamıştım. Anlıyordum ki görmek sadece gözlerle değil, gönül yoluyla da oluyormuş. Okulumdaki ikinci günümde öğrencilerimden bunu iyice öğrenmiştim.
İnsanlar engelli de olsa, engelsiz de olsa bazen çok küçük şeylerden sınırsız mutlu olabiliyorlar. Öğrencilerimin beni okulun kapısında mutluluk içinde karşılamalarından ben de en az onlar kadar mutlu olmuştum. Körler okulunda geçen günlerim öğretmenlik hayatımda bir dönüm noktası olmuştur. Öğrencilerim bunun farkına varacak yaşta değillerdi o zamanlar.
İyi ki bu okula öğretmen olarak atanmıştım. Çok uzun bir zamandan beri bu okulda çalışıyormuş gibi bir duygu içindeydim. Bunu, bana gönül gözüyle bakan bu küçük dostlarıma borçluydum.
GÖRME ENGELLİLER OKULUNDA YAŞAM
Hepimiz az da olsa görme engelliyiz, desek, hiç de yanlış olmaz. Eğer okurken, çalışırken, etrafımıza göz atarken iyi göremiyor, yakınımızdaki, uzağımızdaki nesneleri iyi seçemiyor ve bunu gidermek için de gözlük kullanıyorsak, gözlüğümüzün derecesi kadar biz de görme engelliyiz demek yerinde olur. Örneğin, uzağı veya yakını daha iyi görmek için + / – 3 dereceli bir gözlük kullanan biri, yüzde üç oranında görme engellidir. Demek ki gözlük olmadan bazı işleri tam olarak yapmamız mümkün olmuyor…
Yeni okulumdaki öğrencilerin çok az bölümü yüzde 98 oranında görme duyusunu kaybetmiş, ya doğumda ya da sonradan oluşmuş bir hastalık sonucu görme engelli olmuş insanlardı. Geri kalanı ise kör olarak dünyaya geldiklerinden, yaşamları sadece karanlık bir dünyadan ibaretti. Aralarında ışığa çok fazla duyarlı olan öğrenciler de (Albinolar) vardı.
İleri sınıflarda okuyanlara, körler atölyesi (Blindenwerkstatt) denen bölümde fırça ve süpürge üretme eğitimi veriliyordu. Bu iş eğitimini alan engelli gençlere mezun olduktan sonra meslek diploması veriliyor, çalışma imkânı sağlanıyordu.

Türkçe derslerimizden kalan bir anı
Evlerine ödünç verilen makinalarda yaptıkları fırça veya süpürgelerin sayısı kadar bir ücret ödeniyordu o öğrencilere. En çok hoşuma giden tarafı da buydu okulumun. Engelli insanları kaderleri ile baş başa bırakmıyorlardı. Öğrendikleri meslek ile geçinecekleri kadar para kazanıyor, sosyal hakları ve emeklilikleri de garanti altına alınıyor, hiç kimseye muhtaç duruma düşürülmüyorlardı. Bu yapılan fırça ve süpürgelerin ham maddesi, hindistan cevizlerinin dışındaki sert kahverengi lifler ve bazı hayvanların kuyruk veya yelesinden kesilmiş sert kıllardı. Bu ince lif ve kıllar atölyede üzerlerine kevgir gibi delikler açılmış tahtalara ince bakır tellerle özel düğümlerle işleniyor, daha sonra belirli ölçülerde kesilerek fırça veya süpürge halini alıyordu.
Sonuç olarak bu okulun amacı, görme engelli bu insanlara okuma yazma öğrenmelerinin yanı sıra, onlara iyi bir gelecek sağlamak, dolayısıyla maddi ve manevi yönden yaşamlarını başları dik sürdürmelerine yardımcı olmaktı.
Okulumda görevli birkaç kör bayan öğretmen ile, yine görme engelli erkek öğretmenler de çalışıyordu. Okulun telefon santralında ise Charlie isimli yine kör bir emektar görevli vardı. Yıllardır okulda çalışan Charlie aynı zamanda keybord (org) çalan, İngilizce ve Almanca sayısız şarkıları ezbere çalıp söyleyebilen, sesi de çok güzel, gerçek bir müzisyendi. Ayrıca sesini bir kere duyduğu birini unutmuyordu. Seneler geçse dahi beynine kaydettiği sesi duyduğunda, hemen adıyla sesleniyordu sesin sahibine. Üstün bir zekaya sahipti Charlie.
Diploma törenlerinde veya karnaval eğlencelerinde onunla çok kez birlikte müzik yapmıştık. Charlie bu okula küçük yaştayken gelmiş, burada telefon santralciliği eğitimini almış güler yüzlü, sevecen biriydi. Uzun seneler oturarak çalıştığından epeyce de şişmandı. Ben emekli olduktan sonra birkaç kez onu aradığımda, aradan uzun seneler geçmesine rağmen beni de hemen tanımıştı. Kendisinin de birkaç sene sonra emekli olacağından bahsetmişti bu sohbetimizde…
Burada şunu da hemen ilave edeyim: Körlerin duyularından biri eksik, fakat o eksikliği gidermek için olmalı, diğer duyuları, biz güya beş duyusu olanlardan çok ama çok daha üstün…
Bunu, dostluğumuzun hâlâ sürdüğü, bazen düğünlerde, derneklerde rastlaştığımız öğrencilerimin tanık olduğum yetileri hep doğrulamıştır…
Mutlu olmaya, görmemenin engel olamayacağını da körler okulundaki sevgili öğrencilerimin kurdukları mutlu yaşamları, hayat dolulukları hep göstermiştir bana…
Gönül gözüyle bakan çok derinden görüyor baktığı her şeyi…
Gösterdiğiniz küçücük bir ilgi, onların gönüllerinde kocaman bir çağlayana dönüşüyor…
***
(*) Sevmiyorum Seni Artık Gözlerimi Geri Ver
Söz: İ. Behlül Pektaş
Müzik: Avni Anıl
Yorumlayan: Zeki Müren
Sevmiyorum seni artık gözlerimi geri ver.
Yalanmış yeminlerin hep sözlerimi geri ver.
İsyanı tanımazdım ben seni sevmeden önce,
O en mahzûn o en mahcûb yüzlerimi geri ver.
Nail Karaçetin
Kasım 25, 2021 #1 AuthorNe mutlu gönül gözüyle görenlere.Muhteşem bir yazı.
MEHMET EMİN ORPEN
Aralık 4, 2021 #2 AuthorSAYIN ATTİLA ÖĞRETMENİM ; BEN 72 YAŞINDA DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANLIĞINDAN EMEKLİ BİR ASKERİ DOKTORUM.
ŞU ANDA SAAT 4,13 VE 4 ARALIK 2021.
VİYANA’ DA GÖNÜL TORUNLARIM OLDUĞU İÇİN TUNA DERGİSİNİDE TAKİP EDİYORUM.EDİTORÜ KARINCA ÇALIŞKANLIĞINDA SAYIN YENER GÜNEŞ ‘İ DE ÇOK DERİNDEN SEVGİ VE SAYGIYLA SELAMLIYORUM.
SAYIN ÖĞRETMENİM ; SİZE YAZMAYI YORUM OLARAK JAVA BİLMEMNEM ÇALIŞMIYORMUŞ DİYE BENDE E-POSTA İLE GERÇEKLEŞTİRMEK İSTEDİM.TUNA EKİM SAYISINDAKİ YAZINIZI ZIRLAYARAK OKUDUM.
KARANLIK DÜNYA -2 KÖRLER OKULUNDA BİR TÜRK ÖĞRETMEN.
ÜLKEMİN ŞU AN 3. DÜNYA SAVAŞI KOŞULLARINDA SIKINTILI GÜNLERDEN GEÇTİĞİ BİLİYORUZ.FAKAT SİZ BENİM DÜNYAMI AYDINLATTINIZ VE HIÇKIRA HIÇKIRA ZIRALATTINIZ.
SAĞ OLUNUZ VAR OLUNUZ..