


EGEMEN CANTÜRK
canturk37@yahoo.de
Atlas Dağlarında bir yıldız parlar. Bu öyle güçlü bir yıldızdır ki, ışığı Sahra Çölü’nü verimli arazileriyle bıçak gibi kesen Atlas Dağlarını aydınlatır. Gecenin karanlığında mağrur dağlar bu ışıkla ihtişamını gösterir. Çölün soğuğunda, okyanusun dipsiz çukurlarında Atlas Yıldızı’nın mücella parıltısıyla bütünleşir Mağrip coğrafyası.
Burası Akdeniz ile Bahr-i Muhit´in* arasında sayısız uygarlıklara yüreğini açan bir coğrafyadır. Berberi, Mizrahi, Arap, Latin kültürleri… Hep bir arada soluk alıp vermiştir asırlarca. İstilalara uğramış, sömürgeci devletlerin saldırılarıyla yıpratılmış, savaşlarla ve katliamla anılmış çetin bir bölgedir burası. Atlas Dağları asırlardan beri insanoğlunun birbirine yaptığı kanlı oyunları seyreder…
Dağın hemen eteklerine kurulmuş, nane ve argan kokularının birbirine karıştığı, tarihte Morroch olarak bilinen Marakeş kentindeyim. Atlas Dağlarının eteğine sığınan bu tarihi kent aynı zamanda Fas’a adını veren binlerce yıllık bir yerleşim yeri.
Mağrip coğrafyasında “Yahudi Mahallesi” olarak adlandırılan Mellah’tayım. Marakeş, benim gibi kuzeyden gelmiş tüm gezginlere kış güneşini cömertçe sunuyor. Marekeş’in buluşma noktası büyülü “Jamel el Fena” (Kötüler Meydanı) beni kendine çekiyor adeta. Burası Kuzey Afrika’nın en büyük meydanı. Bir zamanlar suç işleyenleri bu meydanda asarlarmış. Kötüler Meydanı denilmesi ondan. O zamanlar idam sehpalarının kurulduğu bu meydanda bugün yılan ve maymun oynatıcıları var. Kalabalıktan sıyrılıp kentin dar, bakımsız ve gizemli sokaklarına dalıyorum. Mağribin büyülü mimarisi beni karşılıyor. Eğer bir kenti keşfetmek istiyorsanız önce o kentte kaybolmanız lazım! Labirent gibi dar sokaklarda yürüyorum. Bu sokaklarda iki başlı canavar Zalim Anak’ın ruhunun dolaştığı söylenir. Çöl fırtınasının olduğu günlerde Anak’ın huzur bulmayan vahşi ruhunun kentin sokaklarını toz bulutuna çevirdiği ve sayısız kurbanı içine aldığı rivayet edilir.
Yazılı Arap efsanelerinde iki başlı canavar Anak’ın Marakeş’in kuzeyindeki Foughal (Fevgal ) Dağlarında yaşadığına inanılırmış. Bir gün Anak’ın yaptığı zalimlikleri duyan Hz. Musa onu imana getirmek için 7 kişiden oluşan bir heyet gönderir. Elçileri öldürmek isteyen Anak`a Hz. Musa engel olur ve onu topuğundan vurarak yere düşürür. Yere düşen Anak, aslanlara yem olur. Ancak Anak`ın ruhu hiç zaman huzur bulamaz, Yahudilerden intikam almak için türlü bedenlere girerek kötülük etmeyi sürdürür.
Anak`ın izini sürüyor, Mellah`ın tozlu sokaklarını arşınlıyorum. Baharat kokularının sardığı, harabeye dönmüş evlere dokuna dokuna yürüyorum. Dar pencereli evlerin yanından geçerken soruyorum kendime: Ben ne yapıyorum? Huzuru, gizemi ve tedirginliği bir arada yaşadığım bu kentte ne yapıyorum ben?
Bir ara saate bakıyorum, zaman akmış: saat sabahın ikisi! Ve yolumu kaybettiğimi anlıyorum. Sokakta sarhoşlardan başka kimse yok. Otelden bir hayli uzaklaştığımı fark ediyorum. Labirentin içinde Mellah sokaklarında savrulup duruyorum. Birden karşıma bisikletli bir adam çıkıyor. Hemen Bahia Otel`ini soruyorum umutla. Adam “Evet biliyorum orayı, seni götürürüm.” diyor. Biraz sohbet ediyoruz. “Ama önce bize buyurun isterseniz!” diyor. Şaşırıyorum. “Sabahın ikisinde mi?” diye yanıtlıyorum adamı. Adam samimi gözlerle “seni ailemle tanıştırmak istiyorum” diyerek kararsızlığıma son noktayı koymak istiyor. Akıcı İngilizcesiyle “Lütfen seni misafir etmekten şeref duyacağım” diyerek de ekliyor.
Artık yapabileceğim bir şey yok. Sabahın ikisinde Marakeş`te bilmediğim harabe bir mahallede tanımadığım bir adamın peşine takılıyorum. Nereye gidiyorum? Neden böyle bir şey yaptığımı soruyorum kendime. Neden? Adama çok yorgun olduğumu söyleyerek nazikçe reddeder ve hemen otelime gitmek istediğimi de söyleyebilirdim. Ama öyle yapmıyorum. O önde, ben arkada yürüyoruz dar ve tozlu sokakta. Sokaklarda aydınlatma yok, cep telefonunun feneri rehberimiz oluyor. Köşede Cellaba* giymiş iki adam beliriyor. Nazikçe hoş geldiniz diyorlar ve bizi takip etmeye başlıyorlar. Karanlık bir yolda Marekeş`in bilmediğim ucube bir mahallesinde ne işim var? Adamlar arkamda. Tedirginliğimi belli etmemeye çalışıyorum, ama beni neyin beklediğini bilmemek beni ürkütüyor. Önümdeki adam birden duruyor. İşte geldik, burası benim evim, diyor. Burası evden çok metruk bir binayı andırıyor. Binanın kapısı yok. Giriş o kadar alçak ki eğilerek giriyoruz içeriye. Karanlık koridorda yürüyoruz. Arkamda Cebella giymiş iki kişi takipte. Karanlık dar koridorun sonunda ışığı görüyorum. Adam zafer kazanmış komutan edasıyla beni içeri buyur ediyor. Evde inanılmaz ağır bir koku var. Bizi takip eden iki adam nazikçe ayrılıyor. Endişem geçiyor, rahatlıyorum ama evdeki o çaresiz yoksulluğu görünce suçluluk duygusu beni esir alıyor. Bir oda, bir mutfaktan oluşan bir yer burası. Banyosu yok, tuvalet dışarıda. 6 kişi yaşıyorlar. Koridordan biraz genişçe ve sünger yer yataklarının kapladığı salona geçiyorum. Sünger yatakların dışında doksanlardan kalma tüplü bir televizyon ve sadece bir sandalyenin olduğu salonda duvarın dibine ilişiyorum. Çocuklar tüplü televizyonun başında futbol maçı izliyor. Hemen salonun köşesinde Argan yağı çıkaran bir kadınla göz göze geliyorum. Saat sabahın ikisi ama herkes ayakta. Bir kere daha şaşırıyorum. Adam atik bir şekilde, biraz da mahcup: “Karım” diyor. Elindeki dibeği ritmik bir şekilde çeviren kadınla göz göze geliyoruz. Yüzünde bana karşı samimiyetsiz bir hayranlık var. Bu ifadeyi iyi bilirim. Beklenti içinde. Kısa bir sessizlikten sonra adam “Argan yağı alır mısın? Bizim yağımız hem ucuz hem de kaliteli” diyor. “Yarı fiyatına veririm.” Yüzünde karısındakine benzer bir ifadeyle bana bakıyor. Muhtaçlık ve hayranlık karışımı bir bakış bu. Evdeki yoksulluk beni can evimden vuruyor. Argan yağlarını aldığım gibi hemen evden çıkıyoruz. Adam önde ben arkada. Nihayet otelime geliyorum. Hemen yatağıma gömülüyorum, zira günün ilk ışıklarıyla beraber yüklü bir program beni bekliyor. Mellah`ı gezeceğim ve sonrasında Bahia Sarayı var keşfedilecek yerler arasında.
Sabah dinç kalkıyorum. Mağribin büyüleyici yumuşak iklimi karşılıyor beni. Tatlı bir esinti ruhumu, bedenimi esir alıyor. Otelin terasına çıkıyorum. Karşımda binlerce yıllık yorgun bir şehir var. Arkada Yahudi mezarlığı… Mezarlıklar hep uğrak yerim olmuştur. Müzeler gibi mezarlıklar da kendimi bulduğum, kendimle hesaplaştığım mekânlar. Güneşli ılık bir kış günü. Afrika`nın en büyük Yahudi mezarlığı burada. Yüzlerce metre uzunlukta bir mezarlık. Birbirinden ilginç taş mezarların arasından geçiyorum. Yaşanmışlıkların son durağı. Herkesin yaşayacağı bir son durak. Yaşayacağı mı dedim? Evet yaşayacağı! Mezarlıklar yaşamımızın en yalın ve somut gerçeği değil mi? Faslı mezar bekçisine bütün şirinliğimi göstererek ayrılıyorum mezarlıktan. Sırada Bahia Sarayı var. Daha bakımlı bir saray bekliyordum, ne de olsa binlerce ziyaretçisi var sarayın. Fakat, sarayın dışı bakımsızlıktan dökülüyor. İçeri giriyorum. Burası bir zamanlar Fas krallarının yazlık sarayı olarak kullanılırmış. İspanyol ve Fransız turistlerin uğrak yeri. Faslılar, hem İspanyolların hem de Fransızların yıllarca boyunduruğu altında yaşamış. Ancak bu sömürge kültürünün pek de değişmediğini görüyorum. Avrupalılar yine efendi, Mağribler hâlen köle! Sarayı gezen Fransız ve İspanyol turistlere bakıyorum, gözlerindeki kibir o kadar belirgin ki… Diğer yandan karnını doyurma derdine düşmüş Faslılar ise bir o kadar zavallı. Tutamıyorum kendimi. Gözlerimden zaman zaman yaşlar süzülüyor. Mustafa Kemal Atatürk`ü düşünüyorum o an. Arınıyorum o gözyaşlarıyla. O özgürlük ve var olma savaşımızı vermeseydik biz de Faslılar gibi olacaktık belki de. Sömürge güçlerine karşı verdiğimiz onur mücadelesi ve zaferimiz daha da anlam kazanıyor burada. Bahia Sarayı’ndan çıktığımda sömürgeleştirilen toplumların davranış biçimleri şamar gibi çarpıyor yüzüme. Sadaka ekonomisi kentin her yerinde egemen. Adres sorduğunuzda bile hemen el açan, para dilenen garsonlar, üç kuruşluk malını yüze satmak isteyen satıcılar, saygısızlıklar, kuralsızlıklar… Dilenen koca bir şehir görüntüsü ruhumu bunaltıyor. Onuru çiğnenmiş, ayaklar altına alınmış sömürge toplumlarının yazgısı bu belki de. Hüzünle dolaşıyorum Marekeş sokaklarını. Ve Fas’ın ünlü şairi Kennun`un özgürlük dileyen dizeleri yayılıyor Jamel el Fena meydanına:
Yalnızca özgür ol, ey vatanım
Gayretin başarıya erişsin, ey halkım!
Marakeş`ten ayrılırken bile aklım Kurtuluş Savaşımızı, Anadolu`yu ışıtan Cumhuriyet aydınlanmamızı bir kez daha aklımın eleğinden geçiriyorum hüzünle… 100 yıl önce Anadolu topraklarında başlayan bu yiğit başkaldırıyı bir kez de Marakeş’ten selamlıyorum kabarmış yüreğimle.
—————————————————————————————————————–
Mücella: Parlak
Bahr-i Muhit: Okyanus
Mizrahi: Mağrip Yahudisi
Cellaba: Fas yerel giyisisi
Henüz yorum yapılmamış.
İlk yorumu siz yapın.